DÜNDEN BUGÜNE GERÇEK İRAN VE GÜNEY AZERBAYCAN MİLLÎ HAREKETİ

14 Nisan 2014 17:56 Rahim CAVADBEYLİ
Okunma
23704
DÜNDEN BUGÜNE GERÇEK İRAN VE GÜNEY AZERBAYCAN MİLLÎ HAREKETİ

Giriş
Öncelikle araştırmanın temel konusu olan bu meseleyi gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirmek için birkaç soru sormak gerekir. Uluslararası bir antlaşmadan yola çıkarak İran dış politikasını tümevarımsal bir mantık muhakemesi çerçevesinde incelemek ve bu antlaşmayı doğuran temel nedenleri ve antlaşmanın doğurduğu sonuçları doğru değerlendirmek için birden fazla soruya ihtiyaç vardır. Örneğin bu uluslararası antlaşmadan yola çıkarak İran dış politika tarihini kronolojik olarak araştırmak, konuyu olayların geçmişine inerek sorgulamak, bize doğru cevapları bulmakta yardımcı olacaktır. O yüzden konuyu araştırmaya ve sorgulamaya şu sorularla başlayabiliriz:
Geçmişte şimdiki Pers kimliğine odaklanmış bir İran’ı oluşturan bir antlaşma var mıdır, varsa bu hangisidir? Böyle bir antlaşma daha önce, ne zaman, nerede ve hangi dış dinamikler veya egemen güçler tarafından İran’daki toplumlara tatbik edilmiştir? Tatbik edilen bu antlaşma hangi hükûmet tarafından onaylanmış, yürürlüğe konulmuş ve nasıl günümüze kadar sürdürülmüştür?
Araştırma sorularını açık ve net bir şekilde cevaplamak, bu antlaşmayı doğuran temel sebepleri iyi anlamak ve konuya daha geniş bir açıdan bakmak için tarihî sıralama yapmamız gerekir.
İran’ın Tarihî Gelişimi
İran, jeopolitik konumu itibarıyla Türk ve İslam dünyasının önemli bir parçasını oluşturmaktadır. 20. yüzyılın başlarından itibaren İran-Pers kimliği ile tanıtılmaya çalışılan bu coğrafya, dünyanın ilk uygarlıklarının oluştuğu topraklardır. Aynı zamanda bu topraklarda Türklerin büyük tarihî geçmişi ve mevcudiyeti vardır.
Son araştırmalara ve arkeolojik kazılara göre Türklerin Ön Asya’ya gelişi hiç de Selçuklularla sınırlı değildir. Türklerin bu topraklara gelişi milattan on bin yıl önceye uzanıyor. Nitekim birçok ünlü tarihçi tarafından Sümer ve Elam gibi ilk beşerî uygarlıkların eski Türkler tarafından yaratıldığını vurgulamaktadır. On bin yıldan fazla bir zaman aralığını kapsayan ve mekân olarak Asya’nın ıssız bozkırlarından tutun, Orta Avrupa’nın içlerine kadar yayılmış taş heykeller ve yapıtlar, Türklerin çok eskilerden beri bir Avrasya milleti olduğunu ispat ediyor. Anlaşılan Türkler “klasik” Batıcı tarih tezinin söylediği gibi Orta Asya’dan gelmemişler, aksine bu topraklarda bin yıllar boyunca enine boyuna at koşturup yüzlerce büyük devlet ve medeniyet ocakları kurmuşlardır. Türkler, bugün İran denilen coğrafyada milattan önceki tarihte Sümer, Elam, Aratta (Alatau), Saka, İskit, Manna (Mannu) gibi uygarlıklarla başlayarak İslam’dan önceki tarihte Akhun (Eftalitler) ve Hazar gibi Türk imparatorlukları kurmuşlardır. İslam’dan sonra ise bu süreç Karahanlı ve Gaznelilerden başlayarak Harezmşahlar, İlhanlılar, Akkoyunlular ve Karakoyunlularla devam etmiştir. Daha sonra Safevilerle İslam dünyasında yeni bir alternatif Şii-ideolojik devlet yapılanması teşekkül etmiş, Afşar ve Kaçar sülalesi ile bu yapı 1925 yılına kadar sürmüştür. Diğer taraftan İran, son 11 asır boyunca Türklerin nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturarak yönettikleri bir coğrafya olmuştur.
Yani Türkler, on bin yılı aşkın bir tarihi kapsayan büyük bir egemenlik ve uygarlık inşa etmişlerdir.
Hindistan’da Babürlüler tarafından 19. yüzyılın başlarına kadar, Doğu Türkistan’da Uygurlar tarafından 20.yüzyılın başlarına kadar, Orta Asya’da Kırgız, Kazak, Türkmen ve Özbekler tarafından 18. yüzyılın sonlarına kadar ve nihayet yaklaşık 650 yıl Anadolu ve Küçük Asya Yarımadası da dâhil, Orta Doğu, Balkanlar ve Kuzey Afrika’da Osmanlı Devleti tarafından, Türk hâkimiyeti sağlanmıştır. Bu gerçek, genel anlamda dünya coğrafyasının büyük bir kesiminin, on bin yıl öncesinden itibaren Türkler tarafından yönetilmiştir.
Fakat 19.yüzyılda Babürlüler, 20. yüzyılın başlarından itibaren de diğer Türk devletleri ve hanlıkları art arda hezimete uğratılmış, Hindistan İngilizler, Orta Asya ve Kafkasya Ruslar, Doğu Türkistan Çin tarafından işgal edilmiştir.
Bu işgaller, anılan bölgelerde bundan sonra uzun sürecek bir sürü ihtilaf, çatışma ve savaş alanları yaratmıştır. Bu durum, tarihin akışını değiştirmiş ve dünya sahnesinde Türklerin etkisini büyük ölçüde azaltmıştır.
Ama 20. yüzyılın başlarına kadar halen ayakta durabilmiş iki büyük Türk devleti vardır: Osmanlı ve Kaçar Türk devletleri. Batılı güçlerin tüm baskılarına rağmen bu iki devletin uzun süre ayakta durabilmesinin temel nedeni, oldukça güçlü devlet geleneğine sahip olmalarıdır.
Rönesans sonrası art arda bilim ve teknolojik keşiflerle ilerleyen Hristiyan Batı dünyası, belli nedenlerden dolayı Orta Çağ geleneğinden kopamayan, bilimsel ve teknolojik açıdan geride kalan ve buyüzden oldukça zor durumda olan Türk devletlerini baskı altına almıştır. Toplumsal dayanağı olmayan ve derin devlet geleneğine sahip olmayan diğer Türk ülkelerini veya Türklerin yönettiği diğer bölgeleri birer birer işgal ederek bütün Türk dünyasını esarete almaya çalışmışlardır.
Bilimsel, sınai, teknolojik ve askerî açıdan günden güne gelişmekte olan Hristiyan ve Batı dünyası, bu kadar vahim bir atmosferde Şii-Sünni kavgalarını bir kenara bırakmayı beceremeyen, fakat art arda kan kaybetmelerine rağmen ayakta durmayı başarmış iki Türk devletine (Osmanlı ve Kaçar) son darbeyi vurmak için kolları sıvamışlardır.
Bu tarihî kronolojik yaklaşım “Avrupa merkezli” tarihçiler tarafından anti-bilimci “ideolojik” bir tarih tarzı olarak görülmektedir. Bunun sebebi de açıktır. Yunanlılar hariç bize nazaran oldukça kısa bir tarihe sahip Avrupa ve Amerika bizim tarihimizi kıskanmakta ve yok saymaya çalışmaktadır. Bu yüzdendir ki Avrupa ve Amerika Antik Yunan tarihini kendi tarihi gibi benimsemiştir.
Bu açıdan baktığımızda Avrupa’nın tarih boyunca Yunanlılara verdiği tüm destekler, tarihî mirasını çaldığı Yunanlılara bir tür “teşekkür” de sayılabilir.
Batı kendi tarih tezini Antik Yunan’a dayandırmakla eski bir uygarlık olduğunu ispat etmenin peşindedir. Bunun tersine Doğu’nun tarihini inkâr etmeye ve saptırmaya çalışmaktadırlar.
Örneğin, Amerikan ve Avrupa yapımı tüm tarihî filmlerde Doğulular uygarlık dışı, vahşi ve kan içen, Yunanlılar ise özgürlükçü, savaşçı ve uygar bir halk olarak tasvir edilmektedir.
Tüm bunları göz önüne koyduğumuzda karşı güçlerin özellikle Batılı güçlerin coğrafi açıdan Türk-İslam dünyasının merkezinde yerleşmiş İran’ı neden bu kadar ciddiye aldıklarını anlamış oluyoruz.

Tarihsel Yapıda Antlaşmalar
19. yüzyıl boyunca bütün karşıt güçler bu iki Türk-Müslüman devletine (Osmanlı ve Kaçar) karşı kendi ihtilaflarını bir kenara bırakıp birlikte hareket etmeyi başarmışlar ve bu konuda üç önemli antlaşma imzalamışlardır:
1.  19. yüzyılın ortalarında İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya ve Prusya(Almanya) arasında başta Osmanlı Devleti olmak üzere diğer Türk-Müslüman devletlere karşı yaratılmış “kutsal birlik”. Batılılar bu ittifakı, ilk önce Türk-İslam dünyasının ön cephesinde bulunan Osmanlının Hristiyan nüfuslu Avrupa topraklarını Osmanlıdan koparmayı hedef alan, Jean Jacques Rousseau’nun devlet-millet tezini kendi eylemlerinin esas teorisi yaparak hayata geçirmeyi başarmışlardır.
2.  1904 tarihinde İngiltere, Rusya ve Fransa arasında imzalanmış “Entente cordiale” isimli antlaşma. Bu antlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu’na son verip kalan Müslüman nüfuslu kısmının çeşitli sömürgeci devletler arasında bölmek ve kendi emperyalarının etkisi altına almayı hedeflemişler.[i]
3.  1907 yılında Ingiltere ile Rusya arasında “İran’ı taksim antlaşmasıdır. Bu antlaşma Şubat 1921yılı darbesinden sonra İran Devleti adına hukuki geçerlilik kazanmıştır.[ii]
Zaten 1 ve 2. antlaşmalar sonucunda Batı güçleri Osmanlıyı yenmeyi başarmış olsalar da yerinde Osmanlının hukuki mirasçısı gibi görünen yeni bir Türkiye’nin doğmasını engelleyememişlerdir. Nitekim yeni kurulan Türkiye, yalnız başına olsa da vermiş olduğu tavizlere rağmen Türk bayrağını dalgalandırmayı başarmıştır. Ama bunun tersine İngiltere ile Rusya’nın Kaçar Türk Devleti’ne karşı baskı ve eylemleri oldukça vahim ve korkunç sonuçlar doğurmuştur. Hâlen bu durum devam etmektedir.
Söz konusu Kaçar Türk Devleti’nin hâkimiyeti Afşarlardan devraldığı yıllardan, yani 1790’lı yıllardan itibaren kuzeyde,  günden güne güçlenen ve Kaçar toprakları-İran üzerinden sıcak denizlere inmeyi hedefleyen Çarlık Rusya’sı ile karşı karşıya gelmiştir. Diğer taraftan 16. yüzyıldan itibaren Hindistan’da faaliyetlerine başlayan İngiltere’nin Doğu Hindistan kumpanyası, yaklaşık 250 yıl mücadeleden sonra 1807 yılında Hindistan Türk egemenliğine son vererek kendi sömürgeci hâkimiyetini oluşturmuş , Kaçar Türk Devleti topraklarını günden güne kendi sınırlarına katmaya başlamıştır. O dönemde Kaçar Devleti ne Çarlık Rusyası’yla ne de İngiltere ile mukayese edilecek güçtedir.
Şunu da belitmek gerekiyor ki ister Rusya isterse de İngiltere’nin yürüttükleri savaşlar temel itibarıyla Türk-İslam egemenliğiyle igili olduğundan, bu devletlerce Türkler öncelikle yenilmesi gereken güç gibi karakterize edilmiştir. Bu bağlamda Türklerin egemenliğinde bulunan azınlıklardan azami ölçüde yararlanmayı da başarmışlardır.
Kaçarlar; 19.yüzyıl boyunca doğudan İngiltere’nin Hindistan kumpanyasının, kuzeyden ise Rusya’nın doymak bilmeyen kibri ile karşı karşıya kalmıştır. Diğer taraftan Fransa İmparatoru Napolyon Bonapart’ın Doğu istilasına başlaması Kaçarların biraz nefes almalarına vesile olmuştur. Kaçarlar, Fransa ile Finkenştayn Antlaşması (Treaty of Finckenstein) sonucunda ittifaka girerek Rusya ve İngiltere’nin karşısında dayanmayı hedefleseler de bu siyaset fıyaskoya uğramıştır.[iii]  Bu siyasi fiyaskodan sonra Kaçarlar bugünkü Ermenistan’la Gürcistan dâhil, Kuzey Azerbaycan’ı  1813 tarihli ‘Gülistan’ ve 1828 tarihli Türkmençay Antlaşmalarıyla yitirmiş oldu. Bu iki antlaşma, Kaçar Türk Devleti’nin düşünen beyni ve vuran eli olan Azerbaycan’ın parçalanmasına neden olarak Türklerin egemenliklerini olumsuz yönde etkilemiştir. 19. yüzyılın ortalarında yani 1850’li yıllarda Kaçarların çağdaş ordusu olan Azerbaycan ordusunun Afganistan’da yenilmesi ve Afganistan’ın Hindistan Sömürge Birliği’nin eline geçmesi, Kaçarları çıkmaza sokmuştur.[iv]Bu savaşta Kaçar Türklerinin yenilmesine yol açan temel sebeplerden biri, ülkede başlayan açlık olmuştur.Bu açlık, oldukça feci sonuçlar doğurmuştur. Ülke nüfusunun yarısına kadarı açlıktan helak olmuştur. Ayetullah Kızılbaşı’nın yazdıklarına göre bu bilerek başlatılan açlıkta İngiltere’nin büyük rolü olmuştur.[v]
Bu yenilgiden sonra İngiltere ile Rusya  gibi iki emperyalist güç arasında Kaçar Devleti ve arazisi üzerine kendi egemenliklerini kurma uğrunda 50 yıl rekabet devam etmiştir. Sonunda Meşrutiyet hareketi döneminde yani 1907 yılında İngiltere ile Rusya arasında Kaçar Türk Devleti’nden gizli tutulan bir antlaşma imzalanmıştır.Bu antlaşma (İran’ı taksim antlaşması) İran’ı iki denetim alanına bölüyordu. Antlaşma gereğince kuzey taraf Rusların, güney taraf ise İngiltere’nin denetimine veriliyordu. Antlaşmaya göre sınırlar İran’ın Kasr-i Şirin bölgesinden başlayarak Kuzey Isfahan ve Horasan’ın Sarahs bölgesinden geçerek Afganistan’ın Haf Dağları’na kadar uzanıyordu.[vi] Kaçar Türk Devleti, ülkeyi İngiltere ile Rusya arasında iki denetim bölgesine ayıran bu gizli anlaşmadan, 10 yıl sonra haberdar olmuş ve çok sert bir biçimde buna karşı çıkmıştır.
Kaçarlar 1. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmayı tercih etselerde savaş ülkeyi sarmıştır. İngiltere hem savaş galibi olarak hem de İran üzerine en güçlü rakibi olan Çarlık Rusya’sının devrilmesinden istifade ederek Kaçar Türklerinin egemenlik alanında kendi egemenliğini kurma hedefini yürürlüğe sokmuştur.
İngiltere, Doğu Hindistan kumpanyası vasıtasıyla ulusal ve siyasal zeminde Farslar üzerinde Ari ve uydurulmuş Hint-Avrupa soyu teorisine dayalı bir proje üzerinde 150 yıldan fazla çalışmıştır. Bu, İran’a yönelik Türk karşıtı bir projedir. İngilizler, azınlık olan Farsları daima Kaçar Türk Devleti’ne karşı kışkırtmış ve bundan oldukça çok yararlanmışlardır. İngilizler, hem Kuzey Azerbaycan Savaşlarında hem Afganistan Savaşlarında azınlık olan Farsları Türklere karşı kullanmıştır. 19. yüzyıl boyunca İngiltere’nin Tahran’daki elçisi azınlık olan Farsların Kaçarlar tarafından zülme maruz tutulduklarını sürekli olarak vurgulamış, ülkenin güneyinde baş kaldıran isyancıları savunmuştur. Hatta İran’ın güneyinde yani Kirman bölgesinde Farsların kendi egemenliklerini (Doğu Hindistan kumpanyasının savunulması için etten örülmüş duvar rolünü üstlenecek ikinci Afganistan gibi) kurmaları gerektiğini de defalarca söylemiştir. İngiltere Fars-Pers kimliğine dayalı çeşitli tarikatların teşekkülünde de temel rol üstlenmiştir.[vii] Bunlardan biri de 1840’lı yıllardan Bahaullah’ın liderliğinde başlayan Bahai tarıkatıdır. Bu tarikatlar ve isyanlar, Kaçar Türklerinin büyük oranda kan kaybetmesine neden olmuştur.[viii]
 
İran’da Açlık
 
İngiltere, Kaçar Türk Devleti’ne ve İran Türklerine en büyük sarsıcı darbeyi ikinci kez bilerek yaratılmış açlıkla vurmuştur. Bu açlık 1917-1920 yılları arasındaki dönemde vuku bulmuştur.Bu, bir bakıma 3-4 milyon insanın bir bakıma da ülke nüfusunun yarısına yakın kısmının yok olmasıyla sonuçlanan dünyanın en büyük soykırımıdır diyebiliriz.[ix]Kaydetmek gerekiyor ki bu açlık asasen İran’da Türklerin çoğunlukta yaşadığı Tebriz, Urmiye, Erdebil, Hamedan, Zengan, Sungur, Kum, Erak gibi bölgelerde daha sarsıdıcı olmuştur.
 
Türklerin Çoğunlukta ve Egemen Olduğu Ülkede Hayalî Pers Devleti
 
İngiltere; bu soykırımla Kaçar Türk Devleti’ni ve ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan Türkleri mağlup duruma düşürerek azınlık Farsların egemenliğine dayalı sömürgeci “Pehlevi” devletinin kurulmasını sağlamıştır. Burada belirtmek gerekiyor ki Rusya kendi iç sorunlarıyla meşgul olsa da bu konuda İngiltere ile tam ittifak içinde olmuştur. Vladimir İlyiç Lenin 1917 yılı sosyalist devriminden sonra tek taraflı olarak Çarlık Rusyası’nın dayatmış olduğu sömürgecilik antlaşmalarının geçersiz olduğunu ilan etmiştir, ama 1907 tarihli “İran’ı taksim” antlaşmasının geçerliliğini korumuştur.
İngiltere 09 Ağustos 1919 yılında tam sömürgeci antlaşma olan “Siyasi ve Askerî Antlaşma”yla İran’ı yalnız başına ele geçirmeye kalkmıştır. Bu sömürgeci antlaşmayı Kaçar Türk Devleti’nin Sadrazamı Vusukkü’t-Devle ve iki diğer Bakan imzalamıştır. İmzalama karşılığında bunların 400 bin Tümen para aldıkları belgelerle kanıtlanmıştır. Sultan Ahmet Şah ise “Ben bu antlaşmayı imzalayıp da burada şah olmaktansa Paris sokaklarında leblebi satmayı tercih ederim.” diyerek şiddetle karşı çıkmıştır. Diğer taraftan İngiltere’nin İran’ı yalnız başına ele geçirme çabasına ABD, SSCB ve Fransa’nın karşı koymaları, antlaşmanın iptal edilmesine neden olmuştur.
İngiltere bu olaydan sonra SSCB’nin tam onayını alarak Fars-Pers kimliğine odaklanmış kendi adamlarıyla 21 Şubat 1921 darbesini tezgâhlamış, Rıza Mirpenç’in liderliğindeTürk karşıtı Pehlevi sülalesinin başa geçmesini sağlamıştır. Bu darbeden 4-5 gün sonra İngiltere ajanı Başbakan Seyyid Ziya Tabatabayi tarafından Rusya ve İngiltere arasında “İran’ı taksim antlaşması” devlet adına imzalanarak yürürlüğe konulmuştur.
Bu antlaşmaya göre İngiltere ile SSCB, İran’ı bir bütün olarak görmektedir. Merkezî hâkimiyetini tanımakta, onu desteklemektedir. İç işlerine karışmamaya söz vermektedir. Antlaşmada İran’ın yürüteceği dış siyasetin, bu iki ülkenin çıkarlarına ters olmaması gerektiği vurgulanmakta, ABD ile ilişkilerin tamamen kesilmesi istenmektedir. Antlaşma gereği taraflar kendi devlet çıkarlarıni tehlikede hissedince kendi denetim alanlarına orduyu sokma hakkına sahip olacaklardır.[x]
Bu antlaşma imzalandıktan sonra ABD’nin Tahran Büyükelçisinden ülkeyi terk etmesi istenmiştir. Diplomatik kavgalar 1924 tarihine kadar uzanmıştır. Ama 18 Temmuz 1924 tarihinde Tahran’ın “Sakka Hane” olayında ABD’nin büyükelçi yardımcısı katledilince işler rayından çıkmıştır. ABD ile olan ve imzalanması öngörülen önemli antlaşmalar ortadan kaldırılmıştır. Rıza Mirpenç, Rıza Şah Pehlevi adıyla Kasım 1925 tarihinde tahta oturarak Pehlevi sülalesinin hâkimiyetini ilan etmiştir.
 
Türklerin İran’ında Kurulan Fars Devleti
 
Rıza Pehlevi’nin ilk icraatı, tamamen Türklüğe karşı koymak olmuştur. Bütün devlet işlerinde; yasama, yürütme ve yargıyla eğitim sisteminde Farsçayı hâkim kılarak Türk dilini yasaklamıştır.Sloganı, “Tek dil, tek millet; o da İran-Pers, Pers-İran” şeklindedir.
Pehlevi daha sonrakendi ekibi arasında ülkenin adını tartışmaya açmıştır.Ülkenin adıyla ilgili tartışmalar, “Mamelekü’l-Mahruse”, “Pers-Persian” ve “İran”tercihleri üzerinde sürdürülmüştür. Tartışmaların sonucunda 1935 yılında ülke adı “İran” olarak hem Temsilciler hem de Sena Meclisinde onaylatılarak yürürlüğe konmuştur. İlk kez ünlü tarihçi Seid Nefisi bu konu hakkında “Bundan sonra ülkemizin adı İran’dır.” başlıklı makalesini yayımlamıştır. Bu karar öncesi ülkenin adı Türk sülalesi adlarıyla anılmıştır.
İran’da bu faşist düzen yürürlüğe girerken İngiltere Anglosakson camiasında ve etkisi altında olan ülkelerde İran-Pers, Pers-İran kavramını kültürel, tarihsel ve siyasal zeminde dünya eğitim sistemlerine sokmaya başlamıştır. Diğer yandan SSCB de kendi alanında bu konsepti az farkla hayata geçirmiştir. Bu İran-Pers, Pers-İran propagandası dünyada o kadar kuvvetli bir biçimde yürürlüğe konulmuştur ki Türkiye bile bunu kendi eğitim sistemine dâhil etmiş ve bu eğitimin ürünü olan bugünkü Türk vatandaşlarının önemli bir kısmı, İran’ın sadece Perslerden oluştuğunu düşünmekte ve oradaki uygarlığın sadece Perslere ait olduğunu sanmaktadır.
 
ABD, Taksim Antlaşması Gereği İran’dan Kovuluyor
 
Şubat 1921 tarihinde “İran’ı taksim antlaşması” devlet adına yürürlüğe konulduktan sonra söylediğimiz gibi ABD ile olan bütün ilişkiler kaldırılmıştır. ABD ülkeyi büsbütün terk etmek zorunda kalmış ve İkinci Dünya Savaşı’na kadar İran’a girememiştir.
 
İkinci Dünya Savaşı ABD’nin İran’a Yeniden Dönmesine İmkân Sağladı
 
1941 Eylül’ünde müttefikler Rıza Şah’ın Nazist Almanlara boyun eğdiğini ileri sürerek ordularını anlaşma gereği İran’a sokmuşlardır. Ruslar Kuzey Azerbaycan üzerinden, İngiltere orduları ise güneyden ülkeye girmişlerdir. Rıza Şah’ı, genç oğlu Muhammed Rıza’nın hesabına geri çekilmeye zorlamışlar ve kendisini Afrika’ya sürgün etmişlerdir. Şah, uzun süre sürgün hayatı yaşadıktan sonra orada ölmüştür. Almanların Avrupa’yı işgal etmesi ve SSCB’nin kapısına dayanması üzerine, ABD’nın İran’la ekonomik, sivil ve politik ilişkiler kurmasına İngiltere sıcak bakmaya başlamıştır. Ancak ABD’nın İran’da açık faaliyete başlaması SSCB tarafından hoş karşılanmamıştır. Rozvelt (Franklin D. Roosevelt), Çörçil (Winston Churchill) ve J. Stalin (Joseph Stalin) 28.11.1943 tarihli Tahran ziyaretinde Almanlara karşı mücadele konusunda ortak karara varmışlarsa da ABD’nın İran’daki faaliyetinin SSCB’nin aleyhine olmayacağına dair tavırları Stalin’i ikna etmemiştir.
Bundan sonra 1946 yılına kadar İran’da çok önemli hareketler olmuştur. İç ayaklanmalar, Güney Azerbaycan Millî Hükûmetinin kurulması, bir yıl sonra yenilmesi ve Fedailerin Muhammed Rıza Şah ordusu tarafından katledilmesiyle sonuçlanmıştır.
 
SSCB,  ABD’yi Kendi Denetim Bölgesinde Görmek İstemiyor
 
ABD’nin İran’daki varlığını kendi çıkarlarına uygun görmeyen SSCB, ülkede sağlanmış nispi özgürlüklerden yararlanan grupların, özellikle Türk ve Kürtlerin başlatmış oldukları halk hareketlerini desteklemeye başladı. Bu destek sonucu Güney Azerbaycan topraklarının bir kısmında Azerbaycan Millî Hükûmeti kuruldu. Diğer bir kısmında da Rusların Azerbaycanlılara baskısı sonucunda Kürt isyancılarca “Soğuk Bulak” bölgesinde Kürt hükûmeti kurulmuştur. Bunun temel nedeni ise Rus ordusunun İran’ın Kürt bölgesine girememesi olmuştur. Rus ordusu Kürt bölgesi olan Kasr-ı Şirin’e girmek istese de İngiltere ordusu tarafından geri püskürtülmüştur. Ruslar ABD’yi kendi denetim bölgelerinden uzak tutmak için Azerbaycan Millî Hükûmetini merkezî hükûmete karşı baskı aracı olarak kullanmışlardır. Bu konuda merkezî hâkimiyetin Başbakanı Kavam’ül-Seltene’nin desteğini aldıktan sonra Azerbaycan Millî Hükûmetinden desteklerini çekmişlerdir. Bu yüzden Azerbaycan Türkleri büyük bir katliama maruz kalmışlardır. ABD bu dönemde zaman ve mekânı kendi çıkarlarına gore değerlendirerek merkezî hâkimiyetin yanında yer almış, kendi faaliyet imkânlarını genişletmiştir.
 
Dış Güçlerin Ülkedeki Toplumsal Alt Tabanları
 
ABD İran’ın iç dinamiklerini bilen tecrübeli elemanlara sahip olmakla birlikte ülkede birçok şeyin dolarla satın alınacağını da iyi anlıyordu. Ülkede iç dinamik olarak en etkin iki politik kesim bulunuyordu:
1. Toplum içinde etkin güce sahip ve 150 yılı aşkın bir süre içinde İngiltere ile sıkı ilişkide olan din adamları.
2. SSCB’nin etkisi altında olan işçi partileri.
 
ABD’nin Oluşturduğu Alt Taban
 
ABD toplumsal sınıfları iyice değerlendirerek yeri boş görünen, dokunulmamış saha olan özel sektöre odaklanmıştır. İngiltere ve SSCB’ye oranla daha fazla demokratik ve cömert davranarak geniş kültürel faaliyetlere başlamış, sivil örgütlenmelere önem vermiştir. Kendi yatırımlarıyla ülkede büyük fabrikaların inşasına başlamış, kısa bir süre içinde ülkede kendi siyasal çıkarlarına uygun orta sınıfa dayalı iç dinamiklerini kurmuştur.
 
1951 Yılında Petrolün Millîleştirilme Süreci ve Musaddık Hükûmetinin Devrilmesi
 
O dönemde ABD, Venezuela ile %50-%50 petrol antlaşması imzalamıştır. Bunun aksine İngiltere İran’la petrol antlaşmasını %17 ile imzalamıştır. İran’da petrolün millîleştirilmesi iddiası da buradan kaynaklanmıştır. Orta sınıfa dayalı Dr. Musaddık’ın önderliğinde Millî Cephe’nin ortaya çıkması ve siyasi alanda etkili olması, ABD’nin rakiplerine oranla daha adil ve demokratik davranması, bu ortamın oluşmasını sağlamıştır.İran meclisi, 1951 yılında İngiltere’den petrolün %50-%50 imzalanmasını kabul etmesini istemiştir. İngiltere bunu kabul etmeyince Meclis, petrolün millîleştirildiğini ilan ederek Musaddık’ı başbakan yapmıştır. Fakat bu millî hükûmet 28 ay ayakta durabilmiştir.
ABD bir taraftan ülkeyi terk etmiş şahı yeniden ülkeye geri getirmeye çalışmış, diğer taraftan da kendi denetimindeki özel sektörün iç dinamiklerini oluşturan Millî Mezhebileri kollamıştır. O dönemde millî hükûmetin uzun müddet ayakta kalmasının imkânsız olduğunu anlayan ABD, şahın yeniden ülkeye getirilmesini sağlamaya çalışmıştır. ABD, bir taraftan İran petrolünün millîleştirilmesine destek verirken, diğer taraftan da rakibi İngiltere’ye üstünlük sağlamaya ve şahı ülkeye geri getirerek İran’da daha fazla imtiyaz elde etmeye çalışmış, bu konuda başarıya ulaşmıştır.
ABD hedeflerine kademe kademe ulaştıktan sonra 1952 yılı Kasım ayında yeni cumhurbaşkanı olan Ayzınavır (Dwight Eisenhower)döneminde, İran’da darbe yapılması konusunda İngiltere ile anlaştı. Bu darbe anlaşması Çörçil tarafindan 1 Temmuz 1953 tarihinde, Ayzınavır tarafından ise 11 Temmuz’da imzalandı. Daha sonra Secret İntelligence Service (SIS), Military Intelligence (MI6) ve Central Intelligence Agency(CIA) iş birliği yaparak millî hükûmeti devirdiler. İran konusunda siyasi uzmanlardan “Niki Kedi” Musaddik hakkında haklı olarak şöyle söylüyor: “Musaddık’ı kahraman yapan temel faktör onun özel karizması değil, İngiltere ile ABD’nin siyasi çekişmesi olmuştur.”[xi]
ABD, bu süreçte hem Muhammed Rıza Şah üzerinde etkisini artırdı hem İngiltere’nin darbe çağrısına onay vermekle onu yanında tutmayı başardı. Bu arada darbe sonrası Millî Mezhebilerin topyekûn infazını engelledi ve %40 pay aldığı İran petrolünün millîleştirilmesindeki rolüyle ülkede toplumsal tabanını güçlü konuma getirmiş oldu.
 
Marşal Planı ABD’nin İran’a Giriş Kartı
ABD’nin İran’da kısa bir süre içinde bu kadar başarılı olmasının sebeplerinin iyi anlaşılması için bir başka husus üzerinde de durmamız gerekiyor. Bu da ABD’nin Marşal (George Marshall)yardım paketidir. O dönem İngiltere başta olmak üzere Avrupa ülkeleri ABD’nin maddi ve manevi yardımına oldukça fazla ihtiyaç duyuyorlardı.
AB ülkelerinin ihtiyaç duydukları yardım paketi ABD’nin Dışişleri Bakanı Marşal’ın adı ile bilinen yardım planıydı.  Bu plan 1947 yılında kabul edildi ve 1948 yılında ABD ile Avrupa ülkeleri arasında gerçekleşen “Avrupa İş Birliği ve Gelişme Teşkilatı” çerçevesinde Avrupa’ya 12 yıl boyunca yardım etti. Bu yardım paketinden en çok yarararlanan ülke İngiltere olmuştur. Bu sayede İngiltere geçicide olsa ABD’nin İran üzerindeki faaliyetlerine göz yummuştur desek yanlış olmaz. Bu yardım paketi; Avrupa’nın büyümesine, gelişmesine ve hatta Avrupa Birliği’nin 50 yıl önce teşekkülüne katkıda bulunmuştur. Edvin Kombil’in tabiriyle “Yeni büyük bir varlığa hamile olan Avrupa’ya ABD profesyonel bir ebelik yapmıştır.”
 
İran’ın Petrol Sanayisi
İran’da petrol araştırma, inceleme ve ihracat üzerine ilk antlaşma 1901 yılında 20 bin sterlin karşılığında sultan Muzaffereddin Şah ile İngiltere temsilcisi William Knox D’Arcy arasında imzalanmıştır.[xii] İran’da petrol bulunduktan sonra D’Arcy Petrol Şirketi 1908 yılından itibaren Anglo-Persian Oil Company (İngiliz-Pers Petrol Şirketi) olarak adlanmaya başlamıştır.[xiii]Bu şirket 1953 yılında petrolün millîleştirilmesinden sonra “British Petrol” BP olarak adını değiştirmiştir.
1921 yılı Şubat Darbesi’nden sonra Rıza Şah Pehlevi 1933 yılında bu şirketle petrol ihracatına dair anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmaya göre İran’ın bütün petrol ihracatından payı %17 olarak belirtilmiştir. Rıza Şah’ın 16 yıllık (1925-1941) saltanatı döneminde İran’ın petrolden elde ettiği gelir İngiltere’nin ikinci, üçüncü dereceli bankalarında sterline değiştirilerek onun İngiltere’deki özel temsilcisine verilmiştir. Petrol geliri, bu temsilci tarafından Avrupa ve özellikle İsviçre bankalarında Rıza Şah’ın adına açılmış hesaplara aktarılmıştır. Riza Şah’ın 16 yılda petrolden geliri 68 milyon tümen olmuştur. Saltanatını müttefiklerin baskısıyla oğluna devrederken bu parayı da izinli olarak oğlunun özel hesabına devretmiştir.[xiv] 1953 yılı Temmuz Darbesi’nden ve petrolün millîleşmesinden sonra İran ve İngiltere petrol payları yarı yarıya paylaşılmıştır. Konsorsiyumla bağlanan antlaşmaya göre %40 İngiltere’nin BP şirketi, %40 ABD şirketleri, %14 BP’nin büyük oranda pay sahibi olduğu Shell şirketi ve %06 Fransa şirketi pay sahibi olmuştur. İngiltere kendi ortağı olan Shell şirketinin %16 payı ile toplamda %56 pay sahibi olarak darbeden sonra da İran petrol şirketinin temel yöneticisi olarak kalmıştır.[xv] Bu bölüşmeler 1979 yılı devrimine kadar devam etmiştir. Devrim sonrası ABD’ye ait bütün paylar diğer sahalarda olduğu gibi elinden alınmış ve BP’nin diğer ortak şirketleri arasında paylaştırılmıştır. Söylemek gerekiyor ki BP’nin son petrol ve gaz üzerine yaptığı araştırmaların sonuçlarına göre İran dünyanın en zengin gaz yataklarına ve ikinci büyük petrol yataklarına sahiptir.[xvi]
 
ABD 1953 yılı Darbesinden Sonra
ABD darbeden sonra İran’ın özel sektöründen iç dinamik gibi yararlanarak istediği alanda hem SSCB’den hem de İngiltere’den daha başarılı ve verimli faaliyet göstermeyi başarmıştır. Ülkede kendi yatırımlarıyla açmış olduğu ana ve montaj sanayi fabrikalarını daha verimli kullanarak hem ülkede orta sınıfın teşekkülüne zemin hazırlamış hem de orta sınıfla bağlarını güçlendirmiştir. Kentleşmeden kenarda kalan köylüleri de bu sürece katmak için şahı “beyaz devrim” denilen toprak reformu yapmaya ikna etmiştir. 1963 yılında ülkede toprak ıslahatı başlatılmıştır. Bu toprak reformuyla ülke nüfusunun yaklaşık %70’ini oluşturan köylülerin özgür hâle gelmesine ve dolayısıyla kentlere göç etmelerine yol açmıştır. ABD bununla yakın ve uzak vadeli iki hedefe odaklanmıştır:
1. Kendi yatırımlarıyla başlatmış olduğu özel sektöre ait fabrikalardaki ve inşaat işlerindeki işçi ihtiyacını gidermek.
2. İngiltere’nin nüfuz alanındaki din adamlarının etkisi altında olan köylüleri kent hayatına çekmekle din adamlarının etkisini azaltmak.
ABD bu süreçte sadece birinci amacına ulaşmıştır. Çünkü kentlere akın eden köylülerin büyük çoğunluğunu Fars olmayan köylüler, özellikle Türkler oluşturuyordu. Çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu bu urbanizasyon (şehirleşme, kentleşme) kurbanlarının kent hayatına alışmakları hayli zor olmuştur. Türk dilinin kesin yasak olması, Türklere yönelik düşmanca tavırlar sergilenmesi, dil sorunlarının çözülememesi, kentleşme kurbanlarının adaptasyon sürecine katkıda bulunacak enstitülerin olmaması, olanların da sadece Fars dillilere yetecek kadar olması, o zaman diliminde istenilen sonuçları veremedi.
O dönem bir taraftan Türk düşmanlığının, diğer taraftan ülkedeki ekonomik, sosyal ve siyasal sorunların yaratmış olduğu muhalif halk kitleleri kurtuluş yolunu işçi partilerinde ve din adamlarında görüyorlardı. Bu iki kesim hâkim zümrenin aksine açık Türk düşmanlığı yapmıyor ve insanların kendi dillerinde konuşmasını sağlamakla cazip bir ortam oluşturuyorlardı. Nitekim kentlere yeni göç etmiş şehirleşme kurbanları kentlerde ya sol teşkilatlara katılıyor ya da din adamlarının etkisi altında kalmaya devam ediyordu.
 
ABD, İran’ı Taksim Antlaşmasının Ortadan Kalkmasından Yana
ABD ülkedeki Fars dilli olmayanlara, özellikle ülkenin çoğunluğunu oluşturan Türklere yönelik zorba ve diktacı tutumun ne kadar ağır sonuçlar doğuracağını anlıyordu. Buna göre de ülkede sosyal, siyasal ve özellikle millî zemindeki sorunların gerçekçi bir yaklaşımla giderilmesinin kaçınılmaz olduğunu görüyordu. ABD biliyordu ki ülke üzerinde denetim alanı oluşturmaya ve gerektiğinde ordu sevk etmeye bile imkân veren bu sömürgeci antlaşmayı akteden SSCB ile İngiltere’nin toplumsal tabanları, yani iç dinamikleri çözülmediği taktirde ne ülkede varlığını uzun süre kuruyabilecek ne de ülke gerektiği gibi gelişebilecekti.  Bu sebeple ABD, İngiltere ile SSCB’ye ayrıcalık tanıyan ve ABD’nin ülkedeki varlığını kabul etmeyen antlaşmanın ortadan kalkmasını istiyordu. Bu antlaşma ortadan kalkarsa SSCB ile İngiltere ABD ile eşit fırsat ve serbest rekabet ortamında baş edebilmeyecekler. Nitekim ABD ülkede istediği ortamı sağlamak için kolları sıvadı. Cumhurbaşkanı Reagan, 1974 yılından itibaren Muhammed Rıza Şah’ın karşısına çeşitli demokratik reform paketleri ile çıkmaya başladı. Mevcut siyası durumu eleştirerek“ değişip gelişmenin” kaçınılmaz olduğuna vurgu yapmaya ve şahı buna ikna etmeye çalıştı. Şah, Türk milletinin millî talepleri hariç, diğer bazı konularda reform yapabileceğini düşünüyordu, ama ne kadar başarılı olacağından emin değildi. ABD’ye göre bu reformla hem “İran’ı taksim antlaşması” ortadan kalkacak hem kendi serbest faaliyet alanı genişleyecek hem de İran böyle bir sömürgecilik antlaşmasından kurtulmaktan memnun kalacaktı. Ama SSCB ile İngiltere’nin bu süreci sesiz sedasız izleyeceklerini düşünmek acemilik olurdu.
 
İngiltere ile SSCB’nin ABD’ye Karşı Çıkışı ve 1979 Devrimi
İngiltere kendi ile aynı istikamette yürüyen din adamlarını kullanarak “Ayetullah Humeyni’nin” liderliğinde kitlevi itaatsizliği başlatmıştır. Diğer yandan SSCB kendi iradesine tabi kıldığı sol teşkilatlarını daha fazla mücadeleye teşvik ve tahrik etmiştir. İran’ın bütün hayatında en hassas yere ve öneme sahip olan Tebriz kenti Pehlevi sülalesine muhalif tavrıyla biliniyordu. Nitekim eylemciler ilk kez kitlevi biçimde Tebriz’de yönetime baş kaldırdılar ve şahın reform siyasetini ezip geçmişlerdir. Bu kitlevi isyan 1978 yılının Şubat ayında gerçekleşmiştir. Bir yıl sonra ise şah ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Ayetullah Humeyni Fransa’da SSCB, İngiltere, Fransa ve ABD temsilcileriyle görüştükten sonra basın toplantısı yaparak ülkeye dönmek istediğini açıklamış ve 1979 yılı Şubat’ında Tahran’a dönmüştür. Devrim başarıyla sonuçlanmıştır!
 
1979 Yılı Devrim Sonrası
Devrim sonrası halk devrimcileri devlet yönetim usulünun İslami cumhuriyet mi, ‘liberal’ cumhuriyet mi veya sosyalist cumhuriyet mi olacağı noktasında görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
1.  Devlet yönetim usulünun sosyalist cumhuriyet olmasını isteyen, SSCB yanlısı en güçlü ve temel teşkilat TUDE (halk) Partisiydi.
2.  Yönetim tarzının İslami cumhuriyet olmasını isteyen Aytetullah Humeyni’nin önderlik ettiği İslami Cumhuriyet Partisi, İngiltere etkisindeki en temel ve en etkin kesimi oluşturuyordu.
3.  Yönetim usulünun liberal cumhuriyet olmasını isteyen Millî Mezhebiler (Nehzet-e-Azadi/ özgürlük hareketi) ve “Millî Cephe”ise ABD yanlısıydı.
Diğer bir etkin kesim de düşünce itibarıyla dinin siyasetten ayrı tutulmasını ve Türk milletinin millî haklarını savunan, liberal değerlere inanan, bu açıdan Millî Mezhebilere yakın duruşuyla bilinen, Ayetullah Şariatmedari’nin önderliğinde Tebriz’de kurulan “Müslüman Halk Partisi”ydi. Bu Müslüman Halk Partisi, İran çapında özellikle Güney Azerbaycan ve bütün İran Türkleri içinde en etkin partiydi. Önderi Şariatmedari İran’ın en seçkin din adamıydı. Ayetullah Humeyni’ye içtihat makamı vererek onu şah rejiminin elinden kurtaran da Şariatmedari olmuştur. Diğer etkin teşkilatlardan biri de “Halkın Mücahitleri Teşkilatı”ydı. Bu teşkilatın mensupları, Şii İslam ve ekonomik sosyalizmin terkibinden oluşan (Came-yi Bitabaghe Tohidi- Tek Tanrılı Sınıfsız toplum) konseptine inanıyorlardı. Bir de diğer bazı sol partiler vardı.
 
Humeyni Taksim Antlaşmasına Dayanarak Kendi Devletini Kuruyor
Ayetullah Humeyni devrim önderi sıfatıyla ülkeye girdikten hemen sonra kendi partisini ve kendi silahli güçlerini kurmaya başlamış, hâkimiyeti tekelinde tutmayı başarmıştır. Devrimin dış dinamiği ülke üzerinde nüfuz sahibi İngiltere ile SSCB olduğu için ülkeiçi dinamikler de Ayetullah Humeyni ve TUDE Partisinin safında yer almışlardır. Diğer bazı teşkilatlarda bu ikisi üzerinden siyaset yapmaya başlamışlardır. O sırada “Fedailer Cephesi”, “azınlık ve çoğunluk” olarak ikiye bölünmüş; çoğunluk, Humeyni’nin ve TUDE’nin safına geçmiştir. Ayetullah Humeyni devrim önderi olarak devrimin iç ve dış siyasal stratejisini “Ne Doğu ne Batı; parti, yalnız İslami cumhuriyet” başlığıyla açıklamıştır. Ama yürürlükte olan siyaset, Şubat 1921’de SSCB ile İngiltere’nin İran’ı taksim antlaşmasının Şii İslam konsepti içerisinde gereğini yapmaktan ibaretti.
 
Humeyni, Taksim Antlaşması Gereği ABD’yi Saf Dışı Bırakmıştır
Ayetullah Humeyni tarafından yapılan ilk iş, ABD’nin ülkede ve bölgede kalmasını engellemek için gereken bütün adımların atılacağını belirtmesiydi. Bu çıkışından hemen sonra ABD’nin petrol sektöründeki %40 payı tek taraflı olarak geri alınmıştır. ABD’nin toplumsal dayanağını oluşturan özel sektördeki etkin şirket ve fabrikalar tamamen millîleştirilmiştir. ABD’nin Tahran’daki büyükelçiliği 55 yıldan sonra yeniden basılmış, elçilikte çalışanlar 21 aydan fazla rehin tutulmuşlardır. Humeyni, ABD’nin bölgedeki asıl muttefiki olan İsrail’i bir ülke ve bir devlet olarak tanımadığını beyan ederek yıkılması gerektiğini vurgulamıştır.Bu adımlar, SSCB yanlısı TUDE tarafından tek tek izlenip desteklendiği gibi, Halkın Mücahitleri ve Fedailerin çoğunluğundan da destek görüyordu.
 
Humeyni Rakiblerini Şiddetle Sıra Dışı Bırakarak Kendi Devletini Kuruyor
Humeyni ABD’ye yönelik hucümlarıyla birlikte ülkedeki muhalifleri de bastırmaya başlamıştır. Ayetullah Humeyni için en tehlikeli isim, Ayetullah Şarietmedari ve onun Türkler tarafından desleklenen “Müslüman Halk Partisi”ydi. Güney Azerbaycan’ın Türklük ve ayrıca bir davaya sahip olduğunu düşünen diğer bütün teşkilatlar bu sahada Ayetullah Humeyni’yi yalnız bırakmamışlardır. ABD ve bağımsız teşkilatlara yönelik çok ağır şiddet kullanmaya başlamışlar ve bunun sonucunda Türkleri temsil eden Müslüman Halk Partisi yasa dışı ilan edilerek faaliyetine son verilmiştir. Ayetullah Şariatmedari ilk önce mücadeleden uzaktutulmaya zorlanmış, ardındanda bilinmeyen bir şekilde ortadan kaldırılmıştır.Ayetullah Humeyni için en büyük tehlike olan Ayetullah Şariatmedari ve partisi ortadan kalktıktan sonra sıra Halkın Mücahitleri teşkilatına gelmiştir.Bu teşekkül de kısa bir süre içinde yasa dışı ilan ederek ülkeden çıkmaya zorlanmıştır. Yani Ayetullah Humeyni için tehlike oluşturan, rakip sayılan, İslami değerleri temel alan Müslüman Halk Partisi ve onun önderi Ayetullah Şarietmedari ve Halkın Mücahitleri teşkilatı olmuştur. Solcu teşkilatlarla sıradan siyasi çekişmeleri aşan önemli bir olay gerçekleşmemiştir.ABD tarafından kurulan özel sektörün oluşturduğu orta sınıfı temsil eden, liberal değerleri savunan ve Vaşington ile iyi ilişkilerin sürmesi taraftarı olan “Millî Mezhebiler”yeni hâkim kadroya ortak olamamışlardır. Kısa bir süre içinde hepsi izole edilerek saf dışı bırakılmışlardır. Ayetullah Humeyni kendine yakın insanlarla kendi sistemini kurmuştur. Yeni devlet yapılanmasının ideolojik altyapısı, ekonomik açıdan liberalizmden ziyade sosyalizmi tercih eden, Fars dilli Şii İslami değerleri esas alan  bir konsepte dayanıyordu.
Humeyni’nin ABD’yi sert bir biçimde hedef alması, bir taraftan iç dinamik olarak solcuların rağbetini kazanıyor, diğer taraftan SSCB’ye “Size bağlı sol partileri bir baskı aracı gibi kullanmaya gerek yoktur, zaten biz varız.” mesajı veriyordu. Bu eylemlerden sonra da SSCB’nin temel toplumsal tabanını oluşturan TUDE Partisi ve “Fedailer Cephesi”nin azınlık kolu yasa dışı ilan edilerek ülkeden çıkarılmıştır.
Humeyni,kendi grubuyla bu konjonktür değişimini peş peşe taktiksel hareketler ve maharetle yürürlüğe koymuştur. Hamaney ve Rafsancani başta olmakla kendi grubunu esas alarak hem İngiltere başta olmak üzere Avrupa ülkelerini hem de SSCB’yi ikna edecek bir biçimde iç dinamik mânilerini ortadan kaldırmıştır.
 
Humeyni’nin Kurmakta Olduğu Sistem Çelişkiler İçinde
Humeyni kurmakta olduğu yeni sistemin başındayken, yakın çevresinde çeşitli ideolojik konularda farklı bakış açılarına sahip kimseler vardı. Ayrıca İngiltere ile SSCB’nin farklı çıkarlarını yeni bir sistem içinde tutmak o kadar da kolay bir şey değildi. Hamaney ve arkadaşları, yeni kuracakları sistemin ideolojik altyapısının ekonomik açıdan liberal değerlerden ziyade sosyalist yaklaşımla Fars dilli Şii İslami değerler esasına göre kurulmasını ve İngiltere’nin etki alanının daraltılmasını istiyorlardı. Rafsancani ve arkadaşları ise daha fazla panfarsist(Türk dünmanlığına dayanan Fars birlikçisi) düşünceye sahip ve İngiltere temayüllü idiler. Bunlar, liberal ekonomiden yanaydılar ve SSCB’nin ülkedeki etki alanının daraltılmasını istiyorlardı. Birinci kesim sonraları sağcı muhafazakârlar(usulgeralar), ikinciler ise sağcı reformcular(ıslahatcılar) olarak tanımlanacaktır.
 
Humeyni’den Hemen Sonra Sistem İçten İkileşiyor
Bu ikilik Humeyni hayattayken fazla ortaya çıkmamıştır. Ama İran-Irak Savaşı bittikten ve 1989 yılında Humeyni öldükten sonra bu ikilik, sistem içinde kendini göstermeye başlamıştır. Rafsancani 1989 yılında ülkenin cumhurbaşkanı olarak kendi konseptini yürürlüğe sokmuştur. Millîleştirilmiş birçok özel sektör kuruluşu, yeniden özelleştirilmeye başlanmıştır. Ekonomide sosyalist yaklaşımdan vazgeçilerek liberal değerlere dönülmüştür. Humeyni döneminde az da olsa zayıflamış Panfarsist yaklaşım, yeniden kendini göstermeye başlamıştır. Panfarsist düşünce enstitülerinin sayısı artmaya başlamıştır. Türklere yönelik negatif ayrımcılık siyaseti artık daha belirgin biçimde yürürlüğe konmuştur. İngiltere ile sıkı ilişkilerin daha da güçlendirilmesine çalışılmıştır. Hamaney ise Humeyni’den sonra ülkenin dinî önderi olarak Sipah (İslami devrim muhafızları) ordusunu, Besic(gönüllü)militanlarını kendi etrafına toplayarak güçlü bir sistem kurmak için uğraşmıştır. Bu süreç,1997 yılına kadar devam etmiştir.
 
Cumhurbaşkanlığı İçin Taraflar Arasında Mücadele
1997 yılında yedinci cumhurbaşkanı seçimlerinde Hamaney muhafazakâr kanadın adayını, Rafsancani ise kendi grubundan olan reformcu Seyyid Muhammed Hatemi’yi aday olarak desteklemeye başlamıştır. İki Hordad (dovvome Hordad) olaylarından sonra Rafsancani grubunu temsil eden Hatemi, sağcı reformcu kimliğiyle seçimleri kazanarak cumhurbaşkanı olmuştur. Bu seçimlerde yaşanan olaylar, isyanlar, sistemin kendi içinde çelişki yaşandığını gösteriyor ve derin ihtilafların varlığını haber veriyordu. Seyyid Muhammed Hatemi sekizinci cumhurbaşkanlığı seçimlerini de kazandıktan sonra reformcular 2005 yılına kadar yürütme sistemini kendi ellerinde tutmayı başarmışlardır. Bu 8 yıl içinde daha fazla Panfarsist yaklaşımla İngiltere ve Batı temayüllü konseptlerini savunmuşlar ve ülkede kendi sistemlerini derinleştirmeye, etki alanlarını artırmaya çalışmışlardır. Ama İran Anayasa’sına göre ülkenin dini önderi olağanüstü yetkilere sahiptir. Hamaney bu olağanüstü yetkilerini kullanarak hem kendi siyasetini ülkede yürütüyor hem de Rafsancani grubunun İngiltere yanlısı girişimlerine gerektiğinde zorda olsa mani olabiliyordu.
 
Dini Önder Hamaney’in Stratejisi
Hamaney, Tebriz yakınlarındaki Hamaney köyünde doğmuş,  Horasan’da büyümüş ve dinî eğitim görmüştür. Ama dinî eğitimden sonra “Moskova Halklar Dostluğu Üniversitesi”nde yüksek eğitim almıştır. Bu konu, İran’da son döneme kadar toplumdan saklanmıştır.[xvii]
Hamaney’in, ülkenin dini önderi olduktan sonra iki stratejik konuya çok özen gösterdiğini, yürüttüğü iç ve dış siyasetten anlıyoruz:
1.  İran’ı taksim antlaşmasından doğan denetim hakkına sahip iki ülkeden biri olan İngiltere’nin ülkedeki etkinliğini gitgide azaltmak ve üstünlüğüne son vermek;
2.  İngiltere’nin müttefiği gibi meydana girebilecek ABD’den gelecek muhtemel tehditlere karşı kendini savunmak için nükleer silaha sahip olmak.
 
Ayetullah Seyyid Ali Hamaney bunun için üç temel stratejik konumdan yararlanmayı tasarlamıştır:
1.  Ülkenin iç işlerinde güvenlik ve ekonomi gücünü kendi elinde tutmak için ülkede hâkim konuma getirdiği Sipah ve Besic ordusunu kendi iradesinde tutmak;
2.  Ülkede İngiltere’nin faaliyetlerine son vermek için Rusya ve Çin’den yararlanmak.
İran-Rusya ilişkileri stratejik ittifakın ötesindedir. SSCB dağıldıktan sonra İran; Güney Kafkasya, Türkmenistan, Afganistan ve yeni bağımsızlığına kovuşmuş diğer Türk cumhuriyetlerinin Batı’ya yakınlaşmasını güney taraftan engellemekte ve Rusya’nın etkisi altında kalmalarını sağlamaktadır. Diğer taraftan İran Orta Doğu’da Rusya’nın siyasi müttefiki olarak kendi çıkarlarıyla beraber Rusya’nın da çıkarları doğrultusunda çok verimli ve gerekli bir güç hâline gelmiştir; Rusya bunun farkındadır. Gürcistan’la Kuzey Azerbaycan buna açık örnektir. Azerbaycan İran’la komşu olduğu için Rusya’nın etkisi altından istese de kurtulması çok zordur, merhum Elçibey döneminde olduğu gibi.  Ama Gürcistan İran gibi değil, Türkiye gibi bir ülke ile komşu olduğu için 2008 yılında Rusya’nın etkisinden kurtulabilmiştir. Rusya İran’ın kendisi için ne kadar önemli olduğunu anlamakta ve buna göre de gerekeni yapmaktadır.[xviii]
3.  Hamaney bu eksende diğer bir uluslararası gücü de işe katmıştır, bu da Çin Halk Cumhuriyeti’dir. Çin’le olan karşılıklı ekonomik ilişkilerin hacmi 1997 yılında 394 milyon dolara, 2005 tarihinde 2,2 milyar dolara ve 2011 tarihinde 45 milyara ulaşmştır.[xix] Diğer taraftan nükleer enerjinin elde edilmesi ve uranyumun zenginleştirilmesi sürecinde Çin’den ve Kuzey Kore’den de fazlasıyla yararlanabileceğini düşünmektedir.
 
 
 
Hamaney’in Desteklediği Mahmud Ahmedinejad Cumhurbaşkanı Oluyor
Hamaney 2005 yılında dokuzuncu cumhurbaşkanı seçimlerinde Devrim Muhafızları kuşağından gelen Mahmud Ahmedinejad’ı desteklemiştir. Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı olması, Hamaney’in belirlediği stratejik konumda çok büyük masafe katetmesini sağlamıştır. Şöyle ki:
1.  Yeşil Hareketinin dış kolunun yayımladığı raporlara göre İran ile Çin arasında ülke için anahtar rol oynayabilecek büyük ekonomik antlaşmalar imzalanmıştır. Bunlardan başka iki ülke arasında savunma ve güvenlik konularıyla askerî ve nükleer alanlarda oldukça önemli anlaşmalar yapılmıştır. Buna göre,  Çin’e verilen imtiyazlar karşılığında imzalanan savunma anlaşmaları çerçevesinde, İran yabancı ülkelerin saldırısına uğrarsa Çin savunma desteği verecektir.
2.   Bütün ana sanayi Devrim Muhafızlarının denetim ve yönetimindedir.
3.  Hükûmet yöneticilerinin kontrolü Devrim Muhafızlarının elindedir;
4.  Ülke için önemli projeler Devrim Muhafızlarının denetim ve yönetimindedir.
5.  Ülke ekonomisinin denetimi Devrim Muhafızlarının elindedir.
6.  Uranyumun zenginleştirilmesi süreci, genel nükleer programın denetim ve yönetimi Devrim Muhafızlarının elindedir.
Bu durum, İngiltere’yi ülkedeki imtiyazlı konumunun ne kadar devam edeceği sorusuyla karşı karşıya bırakmış, müttefiği gibi görünen ABD’yi tedirgin etmiştir.
 
Ülkede Tansiyonun Tırmanması ve 2009 Olayları
Bu süreç ülkede tansiyonun yükselmesine yol açmıştır. 2009 yılında onuncu cumhurbaşkanı seçiminde reformist kanadın adayı olan İngiltere eğilimli Musavi ve Kerrubi, Ahmedinejad’a karşı direnmeye başlamışlardır. Bu kez Devrim Muhafızları ve Besic zor kullanarak Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı olmasını sağlamışlardır. Reformistler Devrim Muhafızlarının meseleye müdahil olmasını sert bir dille kınamışlar ve ülkenin iç işlerine karıştığı iddiasıyla Rusya’yı sert şekilde eleştirmişlerdir. Devrim Muhafızları ve ETTELAAT tarafından Musavi, Kerrubi ve taraftarları tutuklanarak hapsedilmişlerdir. Bunlar hâlâ hapis hayatı yaşamaktadır.
Bu kritik süreç, sistemin antagonist(iki rakip cephe hâlinde) bir biçimde ikiye bölünmesine yol açmıştır. Bu bölünme, ne Hamaney’in öncülük ettiği muhafazakârlara ne de İngiltere eksenli reformist kesime fayda getirmiştir.
 
Dinî Önderin Kahramanca Yumuşamasının Sonuçları Ağır Oluyor
2013 yıl cumhurbaşkanı seçimleri böyle kritik bir ortamda yapılmışıtır. Hasan Ruhani, İngiltere eksenli reformistlerin içinden gelen derin devlet adamlarındandır. “Tedbir ve ümit” sloganlarıyla on birinci cumhurbaşkanı seçimlerine katılmıştır. Seçim sürecinde hem dinî önder Hamaney’in hem de reformistlerin desteğini alarak ülkenin on birinci cumhurbaşkanı seçilmiştir.
 
İranda Nükleer Program
İran’ın “Atom Enerjisi Teşkilatı”1973 yılında Muhamed Rıza Şah’ın kabul ettiği kararla kurulmuş ve o dönemde yürürlüğe konulmuştur.[xx] Devrim sonrası atom enerjisinin elde edilmesi; İslami rejimin, özellikle Hamaney’in stratejik konsept çalışması için su ve hava gibi hayati bir gerekliliktir. Bunun içinde SSCB dağıldıktan sonra İran,Hamaney’in bir başa teşebbüsüyle atom enerjisinin ve gereken oranda zenginleştirilmiş uranyumun elde edilmesi programını önüne hedef olarak koymuştur. Bu hedef devlet için stratejik öncelik kazanmıştır. Bu süreç, bugüne kadar İran halkı ve devleti için milyar dolarlar harcana bileceği göze alınarak yürütülmüştür. Bu nükleer programdan dolayı Batı’nın İran’a yönelik uyguladığı yaptırımlar, ambargolar ülkeyi ekonomik açıdan içinden çıkılmaz bir duruma sokmuştur. İran son 5 yılda, hiç olmadığı kadar kan kaybetmiştir. Son raporlara göre son olaylarda İran’dan İngiltere eksenli kesim tarafından dolar olarak 500 milyardan fazla para dışarı aktarılmıştır. Enflasyon dağa tırmanmıştır. Bununla birlikte nükleer silah elde etme programından vazgeçmek, Hamaney’in kendi stratejik konseptinden el çekmesi kadar önemlidir.
 
Hasan Ruhani Hükûmeti ve 5+1 Antlaşması
Hasan Ruhani, yürütmenin başı olarak bir taraftan dinî önderin Devrim Muhafızlarını kendi yumuşama siyasetine ikna etmeye, diğer taraftan Hamaney’in sona erdirmek istediği İngiltere eksenli siyaseti ülkede yeniden güclendirmeye ve ABD ile iyi ilişkiler kurmaya çalışacaktır. Hasan Ruhani’nin Dışişleri Bakanı Muhammed Zarif’in imzaladığı İran-5+1 Antlaşması, bu önemli adımlardan biridir. Bunun ne kadar başarılı olacağınıve ne gibi sonuçlar doğuracağını,bekleyip göreceğiz.
 
Sonuç
Son yüz yılda Pers coğrafyası gibi tanıtılmasına çalışılan İran, aslında yüz yıl önceye kadar çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu ve Türkler tarafından yönetilen bir ülke olmuştur. Tartışmalı eski tarih hariç, İslam sonrası ülkenin mutlak çoğunluğunu oluşturan Türkler bin yılı aşkın bir sürede Karahanlılardan Kaçarlara, 1925’e kadar 10 kez devlet kurmuşlar ve dünyanın en parlak uygarlıklarından birini burada yaratmışlardır.
Rusya, Çin ve Avrupa üçgenindeki Hindistan dâhil eski kıtalar denilen topraklarda kendi Türk-İslam egemenliklerini kurmuş olan Türkler, bin yılı aşkın hâkimiyetten sonra belli nedenlerden dolayı üçgendeki güçlerin, özellikle Avrupa ile Rusya’nın baskıları altında kalarak üstünlüklerini kaybetmişlerdir. Türkler, birçok yerde soykırım ve kültür kırımına uğratılmışlardır; ne yazık ki hâlâ bu vahim süreç devam etmektedir.
20. yüzyılın başlarında Osmanlı ve Kaçar Devletleri Türk milletinin en son ayakta kalan iki devleti olmuştur. Osmanlı yenilgiye uğratılsada hukuki vârisliği yerde kalmamıştır. Büyük mücadeleler sonucunda kurulan bir Türkiye var olmuştur. Ama İran Türkleri Türk-İslam coğrafyasındaki jeopolitik konumlarına göre beklenmedik facialar yaşamışlardır. 1813 tarihli Gülistan ve 1828 tarihli Türkmençay Antlaşmalarıyla büyük Azerbaycan parçalanmış, kuzey kısmı Ruslar tarafından işgal edilmiştir. 1917-1920 yıllarında İranda ve Türklerin çoğunlukta oldukları bölgelerde İngiltere tarafından planlı bir şekilde yaratılan açlık yüzünden nüfusun 3-4 milyonu hayatlarını kaybetmişlerdir.
Rusya ve İngiltere’nin 1907 ve 1921 yıllarında akdettikleri İran’ı taksim antlaşmasıyla İran Türkleri kelimenin tam manasıyla kendi topraklarında esarete uğratılmıştır. Bu antlaşmadan sonra İran-Pers, Pers-İran konsepti dünya siyaset literatürüne dâhil edilmiştir. Böyle bir kavrama, son 200 yıl hariç, ne Osmanlı, Safevi, Afşar ve Kaçar tarihiyle ilgili belgelerde ne de başka İslami kaynaklarda rastlanması mümkün değildir. Bu terim, ilk kez İngiliz misyonerleri tarafından 19. yüzyıldan itibaren kasıtlı olarak kullanılmaya başlanmıştır.[xxi]
1921 yılından sonra İran’da kurulan Pehlevi rejimi, Türk düşmanlığı yaparak bütün devlet konseptini Türklüğün aleyhine yöneltmıştir. 1979 yılında İslami Devrim’den sonra da ülke nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan Türklere karşı yaklaşım, Pehlevilerden farklı olmamıştır.
Her ne kadar şu an İran İslam Cumhuriyeti ‘nde rejimin kendi içinde ayrışmalar varsa da Türklüğe bakış açıları o kadar da farklı değildir. Muhafazakâr diye tanımlanan ve Ayetullah Hamaney tarafından desteklenen kesimin millî zeminde şu anki yaklaşımı, Fars dilli Şii İslam değerleridir. Rafsancani, Hatemi, Kerrubi ve şimdiki Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin görünüşte yönettikleri reformist kesimin millî zemindeki bakışları ise Türk karşıtı olarak daha tehlikeli boyutlardadır.
Ama Türkler, her şeye rağmen son 90 yılda çeşitli metot ve düşüncelerle uğratıldıkları bu insanlık dışı adaletsizliğe karşı kendi itirazlarını yüksek sesle dile getirmişlerdir. Türkler; şu an Güney Azerbaycan Millî Hareketi olarak kültürel ve siyasal mücadelelerini devam ettirmektedir. Bu hareket ilk aşamada içerik itibarıyla iki temel stratejiyi hedeflemiştir:

  1. İran’da sayları Farsların iki katına ulaşan Türklerin dil ve kimliklerinin anayasal olarak resmîleşmesi, dolayısıyla Türkçe ile Farsçanın hukuki olarak eşit haklara sahip iki devlet dili olması.
  2. Güney Azerbaycan bölgesi başta olmak üzere Türklerin yaşadığı bölgelerde uzun müddettir yürütülen ekonomik ayrımcılığın doğurmuş olduğu feci sonuçların ortadan kalkması için pozitif ayrımcılık (positive discrimination) siyaseti uygulanması.
 
Kaydetmem gerekiyor ki Hasan Ruhani’nin Dışişleri Bakanı Muhammed Zarif’in imzaladığı İran’ın 5+1 Antlaşması, 6 ay süresince İran’ın nükleer faaliyetini durduracak bir niteliğe sahiptir.
Diğer taraftan bu antlaşmayla, 1921 yılında SSCB ve İngiltere eksenli siyasete dayanılarak elçiliği ateşe verilip ülkeden kovulan, İkinci Dünya Savaşı döneminde İngiltere’nin müsaadesiyle yeni ilişkilerin kurulduğu, 1980 yılında İslam devrimcilerinin ayni eksene dayanarak elçiliğini bastıkları, bütün ilişkilerini kestikleri, petrolden payını geri aldıkları, bütün etkin olduğu sahaları millîleştirmekle düşman ilan ettikleri ABD ile yeniden masaya oturulmasının ve buzların eritilmesinin nasıl sonuçlanacağını bekleyip göreceğiz.
Agresif bir dış politika takip eden Rusya Federasyonu Cumhurbaşkanı Vladimir Putin, 5+1 antlaşmasından önce Moskova’da düzenlediği basın toplantısında, İngiltere’nin, İran’ı kaybetmekte olduğu için ABD’yi yeniden imdada çağırmasını alaycı bir dille eleştirerek şöyle söylemiştir: “Bölgedeki müessiriyetini ve denetim sahalarını tek başına koruyamaz hâle gelen İngiltere, kocakarılar gibi dedikodu yapmaktan başka bir işe yaramıyor.”
İran’ın 5+1 Antlaşması’nın, dış dinamiklerin ülkede oluşturduğu güç dengelerinin korunmasına yarayıp yaramayacağını veya başka vahim olaylara zemin hazırlayıp hazırlamayacağını yakında göreceğiz.
Şimdilik net olarak şu iki hususun altını çizmeliyiz:
1.  Reformist ve Türk-İslam karşıtı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, olarak İngiltere ve ABD’nin yardımlarına dayanarak ülkede dinî lider Ayetullah Hamaney ve Rusya karşıtı Batı eksenli siyaseti yeniden egemen kılmağa çalışacaktır. Bunun için gerekirse ülkeyi ABD gözardı edilmeksizin resmen İngiltere’nin sümürgeciliğine sürüklemek isteyecektir.
2.  Dinî lider ve Sipah, kendi stratejik konumlarını ne pahasına olursa olsun korumak için müttefikleriyle beraber direnmeye çalışacaktır.
 
Netice olarak ifade etmeliyiz ki Türkiye ve İran Türklüğü İran’la ilgili son gelişmelere seyirci kalmamalı, bundan maksimum ölçüde yararlanmayı bilmelidir.
 


[i] “Antanta” Antlaşmasının İngilizce metni http://www.firstworldwar.com/source/ententecordiale1904.htm
http://en.wikipedia.org/wiki/Entente_cordiale

[ii] “İran Türklerini Kapsayan Tebriz Merkezli Türk Düşünce Sistemi” yazarı olduğum, hâlâ yayımlanmamış kitabımdan;
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi/ İran’ın Taksimi Görüşmelerinde İngiltere’nin Rusya’ya Karşı Diplomatik Manevraları (1907) /Yılmaz Karadeniz /yaz 2011
http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt4/sayi18_pdf/2_tarih_uluslararasiiliskiler/karadeniz_yilmaz.pdf
 

[iii]“Finkenstein Antlaşması”, Finkenstein’da Fethalişah ile Napoléon’un resmî temsilcileri arasında 4 Mayıs 1807 tarihinde imzalanmıştır. Antlaşmanın metni daha sonra her iki devlet lideri tarafından da imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre Fransa, Rus-Kaçar Savaşlarında Kaçarlara askerî ve teknolojik açıdan yardım edecek, Kaçarlar da Fransa ordusunun Kaçar toprakları üzerinden Hindistan’a girmesi için gereken kolaylığı gösterecekti. Bu antlaşmanın önemili bir yanı, İran tarafından sunulan metnin Türkçe olmasıdır. Sayın Mehran Baharlı’nın değerli araştırmaları sonucunda bu Türkçe antlaşmanın bir yüzünün Paris müzesinde korunduğunu öğrenmş olduk.
Antlaşmanın Farsça çevirisi: http://hamshahrionline.ir/details/165185 ve http://qajar.wordpress.com/tag/%D9%85%D8%B9%D8%A7%D9%87%D8%AF%D9%87-%D9%81%D9%8A%D9%86-%D9%83%D9%86%D8%B4%D8%AA%D8%A7%D9%8A%D9%86/

[iv] Mahmut Mahmut “Tarihe ravabete siyasiye İran o Engilis dar karne 19 -19. yüzyıl İran-İngiltere siyasal ilişkiler tarihi”, 8. cilt/ iki kez yayımlanmıştır:1935 ve 1980 yıllarında.

[v] “Hatirate Ayetullah Kızılbaşı Zencani –Ayetullah kızılbaşı Zencani’nin Hatıraları” yayın tarihi 1380-2001, bu kitap 3 aydan fazla satışta kalmadı, satışı devletçe yasaklandı.

[vi] “Tarihe ravabete siyasiye İran o Engilis dar karne 19 – 19. yüzyıl İran-İngiltere siyasal ilişkiler tarihi” 3. cilt

[vii] Mahmut Mahmut “Tarihe ravabete siyasiye İran o Engilis dar karne 19 -19. yüzyıl İran-İngiltere Siyasal İlişkiler Tarihi” 2. cilt

[viii]Bahailer Bahaullah’ın peygamber gibi sevilmesini istiyorlar ve tarihî açıdan Türk-Arap düşmanlığı yapıyorlar.

[ix]“ The Great Famine and Genocide in Persia, 1917-1919 -1920”, Dr. Mahamed Macid, ABD, 2003.

[x]Tarihe ravabete siyasiye İran o Engilis dar karne 19 – 19. yüzyıl İran-İngiltere Siyasal İlişkiler Tarihi”, 4. cilt
 

[xi] “İran Türklerini Kapsayan Tebriz Merkezli Türk Düşünce Sistemi” üzerine çalıştığım hâlâ yayımlanmamış kitabımdan.

[xii] “Çağdaş Tarihimiz ve Millî Hareketimizin Mübarize ve Maksat Stratejisi”adlı kitabımdan. http://rahimjavadbayli.blogspot.com/2009/11/cagdas-tariximiz-ve-milli-herekatmzn_03.html [xiii] “İran Neft Sanayisi”

[xiv]The Great Famine and Genocide in Persia, 1917-1919 -1920”, Dr. Mahamed Macid, ABD, 2003. 2003http://rahimjavadbayli.blogspot.com/2009/11/cagdas-tariximiz-ve-milli-herekatmzn_03.html
 

[xv] “İran Neft Sanayisi”
http://fa.wikipedia.org/wiki/%D8%B5%D9%86%D8%B9%D8%AA_%D9%86%D9%81%D8%AA_%D8%A7%DB%8C%D8%B1%D8%A7%D9%86

[xvi] “Alalem Şebekesi” Haber Ajansı  / Hordad 1392-Haziran 2013/
 

[xvii] Ayetullah Hamaney’in Moskova’da eğitim alması hakkında şok
 haber.http://www.youtube.com/watch?v=oAsmJ7RPBvA
22 Şubat 2012 tarihinde  “Alfrid”in “Rusya’nın Terör Axford’ü kibi ün kazanmış Üniversitesinin yetiştirdiği Hamaneyi” başlıklı makalesi
 

[xviii] Yazarın “Gürcistan Türklerinde Millî Kimlik Sorunu” başlıklı diğer bir makalesinden
http://rahimjavadbayli.blogspot.com/2012/02/Gürcistan-Türklrinde-millî-kimlik-sorunu.html

[xix] journalist “Laden Salami”den 5 Mayıs 2013 tarihinde  “Çin ile İran’ın Siyasi ve Ekonomik İlişkilerine Yakından Bakış” başlıklı makalesi/ http://www.bbc.co.uk/persian/iran/2013/05/130505_an_ls_iran_china_relationship.shtml

[xx] “İran Tarihsel Folklor Araştırmaları Derneği/Berlin” tarafından ‘Iran Atom Enerjisi Teşkilatı’nın Pehlevi dönemi ilk başkanı Dr. Akber Etemad’ın hatıralarına dayalı Dr. Hamid Ahmedi’nin Röportajı http://www.iranianoralhistory.de/cxy43/4662cs/40_years_Atomenergie.html

[xxi] “İran Türklerini Kapsayan Tebriz Merkezli Türk Düşünce Sistemi” üzerine çalıştığım hâlâ yayımlanmamış kitabımdan.